|
 |
» Ceza Hukuku-Suç Politikası Geriliminin Dünü Bugünü: Kısa Bir Tarihsel Bakış Denemesi |
“Ceza hukuku, suç politikasının aşılmaz bir bariyeridir”… Büyük Alman ceza hukukçusu Franz von Liszt’in 20. yüzyılın başlarında kullandığı ve sloganlaşan bu ifade liberal hukuk devletinde ceza hukuku ile suç politikası arasındaki gerilimi işaret etmesi bakımından oldukça anlamlıdır. Yine von Liszt kaynaklı bir başka slogan olan “ceza kanunu suçluların Magna Charta’sıdır” ile birlikte düşünüldüğünde suç politikasına karşı hep bir diken üstünde olma halinin söz konusu olduğu ve bu tedirginlik karşısında ceza hukukunun bir güvence olarak kabul edildiği söylenebilir. Ancak bugünün koşullarıyla von Liszt’in “aşılmaz” olarak gördüğü bariyerin, suç politikalarının tazyikiyle aşına aşına hemzemine dönüştüğünü görmek zor değil. Hal böyle olunca 20. yüzyılın başlarında kullanılan bu sloganların geçerliliğini yitirdiği ve ceza hukuku ile suç politikası arasındaki gerilimin yeniden tanımlanması gerektiği ortaya çıkmıştır. Böyle bir tanımlama çabası bakımından öncelikle söz konusu gerilimi, tarihsel bir perspektifle çerçevelemek ve suçun politik zeminde inşası odağında ele almak isabetli olacaktır.
Tarihsel açıdan bir süreç olarak suçun politik zeminde inşası, esasen ceza hukukunun pozitifleşmesine (bir özdeşlik olarak tartışılabilir ancak ben “rasyonelleşmesi” olarak da anlıyorum) ve kamusallaşmasına dayanmaktadır. Her ikisi için de belirleyici olan ise suç ve ceza ihdası kudretinin kaynağındaki dönüşümdür. Bu dönüşümü Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçiş üzerinden izah etmek de yanlış olmaz. Bilindiği üzere Ortaçağ Hıristiyan doğal hukuk düşüncesi bağlamında suçun günahla ilişkilendirilmesi esastır ve bu ilişkilendirme hukukun tanrısallığına dayanmaktadır. Tanrısallığının bir sonucu olarak ancak dolayımla ve kısmen bilgisine erişmenin olanaklı olduğu Ortaçağ hukuk anlayışında Tanrının yeryüzündeki sureti, dolayısıyla da hukukun temsilcisi olan hükümdar bir yasa koyucu olarak değil “hukukun kendi bedeninde can bulduğu bir kut taşıyıcısı” olarak kabul edilmiştir. Bu kabul, Rönesans felsefesiyle tohumları atılan ve 17. yüzyıl rasyonalizmiyle olgunlaşan bir ayrımla temelden sarsılmıştır. O da teoloji ile felsefe ayrımıdır. Bu ayrım domino etkisi yaratarak hukuk ile din/ahlak arasındaki ilişkiyi de doğrudan etkilemiştir. Artık hukuk insan aklının bir ürünü olarak insanlararası dünyevi ilişkileri düzenleyen, her şeyden önemlisi de “tesis edilebilen”, dolayısıyla pozitif karakteriyle algılanmaya başlanmıştır. Aklın hukuku (Vernunftrecht) olarak nitelendirilen ve rasyonalist doğal hukuk düşüncesinin etkisi altında şekillenen bu yaklaşım içerisinde ceza hukuku da pozitifleşmiş, suç ve cezanın ihdası tanrısal bir egemenliğin değil dünyevi bir egemenliğin kudret alameti olarak kabul edilmiştir. Burada bahsedilen suç ve ceza ihdası ve buna bağlı olarak cezalandırma yetkisine ilişkin dünyevi egemenlik ise toplum sözleşmesi modellerinde de işaret edildiği üzere bir organizasyon olarak devlete hasredilmiştir. Ancak Kıta Avrupası açısından 16. yüzyıl ve sonrası göz önünde bulundurulduğunda buradaki devlet hangisidir? Uzun uzadıya anlatmak mümkün ama cevap niyetine kısaca Machiavelli’nin “Prens”de kurduğu düşü anımsatmakla yetinelim: Tek elde toplanan kuvvete dayalı ulusal devlet. Buradaki vurgu, bu yazının bağlamı göz önünde bulundurulduğunda ulusal devlete değil tüm devlet erkelerinin tek bir elde toplanması halinedir. Suç ve ceza ihdas eden, yargılayan, hükmü veren ve infazı gerçekleştiren tüm erklerin doğrudan veya dolaylı olarak bir elde toplanması, söz konusu yetkilerin kullanmasında herhangi bir ölçü veya sınırlamanın söz konusu olup olmadığı tartışmasını başlatmıştır.
Bu tartışmalar 18. yüzyılda ciddi ölçüde bir yoğunluk kazanmıştır. Fransa’da Montesquieu’nün Kanunların Ruhu Üzerine eserinin altıncı, dokuzuncu, on ikinci ve yirmi sekizinci bölümlerinde, İtalya’da ise özellikle Voltaire’den çok etkilenen büyük ceza hukukçusu Beccaria’nın Suçlar ve Cezalar Üzerine adlı eserinin bütününde bir ceza kanununun hangi temel ilkeler gözetilerek hazırlanması gerektiği üzerinde durulmuştur. Yine 18. yüzyılın ikinci yarısında Alman ceza hukuku literatüründe ceza kanunlarının ruhuna ve ceza hukukunun temel ilkelerini ortaya koymaya yönelik temel eserlerin ön plana çıktığı görülmektedir. Ancak bir çalışma önem itibariyle diğerlerinin önüne geçmiştir, o da bir ceza hukuku çalışması olmasa bile Paul Johann Anselm von Feuerbach’ın 1798 tarihli “Anti-Hobbes” olarak bilinen eseridir. Bloch, Feuerbach’ın bu büyük eserde o zamana kadar kimsenin cesaret edemediği bir tonda devlet erkinin sınırlarını ve direnme hakkını tanımladığını ve bu bağlamda eserin “Anti-Machiavelli” olarak da anlaşılabileceğini ifade etmektedir. Zira Feuerbach despotizme karşı direnişten kaynaklanan anarşinin, despotizmden kaynaklanan anarşiden daha kabul edilebilir olduğunun altını çizmiştir. Feuerbach’ın devlet erkinin despotizme karşı sınırlandırılması gerektiği yönündeki bu cesur vurgusu, ceza hukukunda suç politikasının sınırlandırılmasında en önemli ilke olan “suçta ve cezada kanunilik” ilkesinin de temelini oluşturmaktadır. Bilindiği üzere Feuerbach 1813 tarihli ünlü Bavyera Ceza Kanunu’nun mimarıdır, aynı zamanda da “suçta ve cezada kanunilik” ilkesini ilk dillendiren ceza hukukçusu olarak bilinir. İşte Franz von Liszt’in liberal hukuk devletinde ceza hukukunu suç politikasını sınırlamak bakımından bir bariyer olarak kabul etmesinin temelinde Feuerbach’ın “Anti–Hobbes” çığlığı ve bu çığlığın ceza hukukundaki karşılığı olan “suçta ve cezada kanunilik” ilkesi yer almaktadır.
Ceza hukukunu, ilkesel yapısıyla suç politikası karşısında bir sınır/bir güvence olarak kabul eden anlayış 19. yüzyılın tamamında ve 20. yüzyılın ilk yarısında etkin bir şekilde kendini hissettirmiştir. Ancak özellikle 20. Yüzyılın ikinci çeyreğinde görülmeye başlanan ve 20. yüzyılın ikinci yarısında ağırlığını hissettiren fonksiyonalist eğilimler, değişen dünya düzeni içinde ceza hukukunun öncelikli amacının her geçen gün artış gösteren ve küreselleşen dünyada anonimleşen risk kaynaklarıyla mücadele olduğunu yüksek sesle dile getirmeye başlamışlardır. Bu bağlamda özgürlüğün güvenlik üzerinden tanımlandığı, dolayısıyla güvenlik kaygılarının belirleyici olduğu bir süreç başlamıştır. Bu süreçte ceza hukukunu daha etkin/fonksiyonel kılmak adına 19. yüzyıldan beri ateşle savunulan ilkelerde (suçta ve cezada kanunilik dâhil olmak üzere) esnekliğin kaçınılmaz olduğu dile getirilmiştir. Şüphesiz bunu dile getirenler ceza hukuku ilkelerindeki esnemenin esasında güvencede bir esneme olduğunun, böylece soruşturma, kovuşturma ve cezalandırma yetkisini haiz devletin yurttaş karşısında daha da güçlendiğinin ve böylece olası sınır aşımlarının meşrulaşabileceğinin farkındadırlar. Nitekim terörizmin ve sınıraşan suçluluğun yoğunlaşması, uluslararası mücadele mekanizmalarının ise yetersiz kalması ceza hukukunu suç politikası karşısında bir güvence mekanizması olmaktan çıkarıp doğrudan suç politikasının mücadele aracına dönüştürmüştür. Savaşım ceza hukuku (Bekämpfungsstrafrecht), risk ceza hukuku (Risikostrafrecht), tehlike ceza hukuku (Gefährdungsstrafrecht), düşman ceza hukuku (Feindstrafrecht) gibi tasarımlar işte suç politikasının ceza hukuku üzerinde kurduğu tahakkümün birer yansıması olarak kabul edilebilir. Artık ceza hukukunu ilkeleri üzerinden değil, sadece yürüttüğü mücadelenin etkinliği üzerinden değerlendirir olduk. Artık bir zamanlar güvence olarak görülen ceza hukukunun o ilkeleri, bugün suç politikasının dolayısıyla da suçla/suçluyla mücadelenin hızını düşüren yüksek kasisler gibi görülmektedir.
Bugün itibariyle bir davranışın suç haline getirilmesi veya suç olmaktan çıkarılması, yapısal unsurlarında değişlik yapmak suretiyle bir suçun işlenmesinin kolaylaştırılması veya zorlaştırılması, bir suç için öngörülen cezanın miktarının veya türünün belirlenmesi veya değiştirilmesi ya da cezanın infaz usulünün ağırlaştırılması veya hafifletilmesi yürütülen “mücadelenin” günlük ihtiyaçlarına göre derhal düzenlenmekte ve “mücadele” kaldığı yerden devam etmektedir. Günümüzde; cezalandırılabilir alanın hazırlık hareketlerini de içine alacak şekilde genişletilmesi, “hibrit” suç tiplerinin yaratılması, ceza hukukunun zarar veya tehlike neticesini değil bunlara ilişkin riskleri hedef alması dolayısıyla sınırının belirsizleşmesi, şüphenin sanık lehine değil aleyhine yorumlanması, ahlakiliğin ceza hukuku kuralları için baskın bir norm haline getirilmesi gibi tavırlar suç politikasının(politikalarının) von Liszt’in inandığı ceza hukukuna kurduğu tahakkümün göstergeleridir. Bu durum sadece Türkiye için değil tüm dünya ülkeleri için geçerli olan bir durumdur. Ancak bu durumun mevcudiyeti, bir ilkeler bütünü olarak ceza hukukunun aşınmasına meşruiyet kazandırmaz. Ve bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa bir gün karşılaşacağımız bir gerçeği hatırlatarak son verelim. Ceza hukukunu bir silah olarak kullanmanın elbet bir bedeli vardır…
|
|
|
|
|